istediklerinin senin isteklerin, yargılarının senin yargıların, korkularının dahi senin korkuların olmadığını -hepsinin bir süreliğine kullanmayı seçip alıntıladıkların, ödünç aldıkların olduğunu- fark ettiğinde… koccaaa bir boşluk açılıyor içinde. bir balon söndüğünde oluşan boşalmışlık gibi…
nasıl hissettin o son cümleyi okuyunca? boşluk, boşalmışlık, havası sönmüş balon?..
boşluk yerine “sürekli doluluk” yeğlemek de evreni kaplayacak kadar yaygın ve elden ele ödünç bir bakış açısı. kimse kimseye “tok musun?” diye sormuyor bu sebepten, “aç mısın?” diye soruyoruz, açsa doyuracağız hemen. mutluysa bir şey demiyoruz kimseye; mutsuzsa “nen var?!” diyoruz, hemen dikkatimizi çekiyor eksiklik, boşluk; “hemen doldurmak elzem”… -kendi içimize de böyle bakıyoruz keza. boşluk: “nayır nasla!”, doluluk: “oh, tamam.”
neyse işte. içindeki boşluktan ürkmeyi (de görüp) geçebildiğinde, o ürküntünün de içine hep beraber üflediğimiz bir balon olduğuna ve sönüşüne çıplak gözle baktığında yani… “benim” dediklerinin ve öyle zannettiklerinin “memnuniyetle ve özgürce benim” olmadıklarını anladığında… o zaman hayretle ve merakla, içindeki bomboş ve alabildiğine açık ufka bakıp şunu soruyorsun, gayriihtiyari -ve aynı zamanda ilk kez bu kadar ihtiyari:
peki ya ben?
ben ne istiyorum? tam şimdi, şu anda ve tam olduğum yerde…
**
bundan böyle, “boşluk”: içine nefes aldığın genişlik.