dış ses gör diye, iç ses duy diye.

hey sen❣️ her kimsen, şimdi burada durup bunu okuyan sen…

içinden geleni duyabilmene ve yapabilmene engel olanın, seni sınırlayanın, ve hayatı özgürce yaşamanın önüne dikilen engelin tam da şu anki baktığın yer, bakma biçimin, senin sanıp benimsediğin bakış açın olduğunun farkında mısın? baktığın yerden de bir şeyler görünüyor reelde, evet. bu tıpkı, bir ağacın bütünü yerine sadece gördüğün tarafını ağacın bütünü sanmak gibi. 360 derece görebilsen, aslında ağaç o gördüğünle sınırlı değil. sen de hayatında olaylara, durumlara, ilişkilere bakmaya alıştığın açıdan bakıyor olabilir misin? hatta, birilerinin “bu böyle” dediklerini benimseyip “kendi gözünle görmeden” inanmış olabilir misin baktığının (tek) gerçeklik olduğuna? canım sen, her kimsen tam da sen! gözlerini yıkayıp kendi yolunu kendi ayaklarınla yürümeye var mısın?

dışarıdan duydukların, önüne konu olarak gelen şeyler, sen izin verdiğin zaman ve izin verdiğin kadar tesir edebiliyor sana. 

zihnindeki (bildiğini sana dayatan) öğretmenler neşeyle ilgilenmezler; onların keyifle, heyecanla işleri olmaz, senin de başkalarının yaptığını (güvenli ve alışılmış olanı) yapmanla, “akıllı çocuk ol”manla ilgilenir onlar. riski sevmezler, gelenekleri devam ettirmenle ilgilenirler. “onlar gibi, onların öngördüğü gibi” yaşamanla ilgilenirler. zaman zaman onların sesine kulak vermen, onların dediğini yapman da yolunun bir parçasıydı, belki yine uğrayabilirsin oralara, geçiş sürecinde bunlar olabilir, orada da bir göreceğin vardır muhakkak. (bir daha hiçbir zaman o halde olmamayı, oralardan bakmamayı idealleştiren de aynı gruptan, onu da salıver. 😊)

gerçekten isteyip istemediğinden emin olmadığın (yani kendi özgür & özgün sesini duyamadığın) ama öyle olması “gerektiğini” düşündüğün şeylere reset atabilirsen, bunların yerini kendi özgür tercih ve seçimlerinle tamamlamana alan açılıyor. tam tersi de geçerli: kendi karar ve seçimlerini hayata geçirmeye niyet edip harekete geçtiğinde de dış seslerden gelen beklentilerle dolmuş olan alanların hafifleyip rahata eriyor. 

her birimizin hiçbir niteliği ve yönüyle kıyaslanamayacak kadar biricik olduğunu hatırladığında, iyi-kötü, doğru-yanlış kavramları ortadan kalkıyor, bilgine. kendini tanımakla ilgilendikçe kendine dönüyorsun ve bedeninle, içinden yükselen seslerle, düşünceler ve hislerle kendine özel bir ilişkide buluşarak tercihlerini özgürce yapabilirsin o zaman. ve, kendi sınırlarının içinde kendin için neyi seçeceğini doğallıkla biliyor olursun. 

yaşamayı seçmeye; içinden geldiği halde hayata geçirmekten geri durduğun her şeye yeniden niyet etmeye var mısın?

💓 an 💓

sen bir şeye karar verecekken senin yerine konuşan, yani hep alıştığın yerden bakmaya ve hep gittiğin/gidilen yoldan gitmeye çağıran iç ses ahalisinin sesini duymayı, sonra onları dinlemek yerine onlara bir adım uzaktan bakmayı dene. kendi sesinin üstünde ona gözünü dikmiş “benim dediğimi yapmalısın” diyenlere “seni duydum. kararı ben kendim vereceğim” diyebilirsen de. ilk başta diyemezsen, bu hemen olmazsa bunu sakin karşıla; -her şey vakti gelince. hislerine dönüp: “özgürce kendini ifade et, dinliyorum seni” demenin tadına bak bakalım, sevdin mi? dinle bakalım, kulağına hoş geliyor mu hislerin dedikleri? kulağına hoş, kalbine iyi gelen: İÇİNİN (asıl) SESİ.

içinin sesini duyup tanıyıp sevdinse, ona kulağını verdiğinde gelen seslerin her notasını keşfetmenin ve her diyeceğinin kabulünü güvenle kucağına alıp her şeyinle orada olmanın tadını iyice al. o sesler, hisler sen değil; ama sende ve senin seçimlerinle olageldi.

her şeyi içine alan bir boşluk var. deneyimlenen her şeyin gerisinde ve hepsini kapsayan. o sensin. orada gönlünce ol, ol, ol… geçmişin, geleceğin gölgesini çektin bile üzerinden, oh. an senin, iç senin. an sensin hatta.

sorumluluk: “senin için ve sende çalışanlar” ve “sen” ayrımının farkında olmak; kendini bilmek, kendinde olmak. bedeninde ve duygu-zihin-enerji alanlarında meydana gelenlerin hepsini de oldukları gibi görmek. onlarla doğal ihtiyaçlarınca ilgilenmek. basit, doğal, sade; mutluluk, huzur, hayat.

KENDİ SESİME YOLCULUK

KENDİ SESİM KAYIP:

kendi sesimi duymuyor muyum? kendimin bana söylemek istediği fısıltıları duyamıyor muyum? geçmişimden gelen ve başkalarının olan sesleri kendi seslerim zannedip öyle “benim”seyince tam da böyle oluyor. bu durumda hayat bir çemberin içinde hapsolmak gibi. döner döner aynı yere çıkarım. işlerim yarım kalır, yaptığım işten tam tatmin olmam, kısacası bir huzursuzluk çöker içime bu durumdan mütevellit. hayatı kendime sınırlamak istiyorsam bunu yapmaya devam edebilirim. eğer bu çemberden kurtulmak, özgürleşmek ve yola devam etmekse niyetim o zaman bu ödünç hislerle barışma vakti geldi. hepsine bu zamana kadar bana kattıkları için teşekkür edip alacağımı alıp vereceğimi verip helalleşmenin zamanı geldi. bu helalleşmenin sonrasında kendi sesimi duyar hale gelip özgürlüğe ilk adımımı atabilirim.

KENDİ SESİM ARANIYOR:

sürekli olarak baktığım yerde aynı şeyleri görüyordum. tıkanıp kalıyordum. bunun en büyük sebebi baktığım yere aynı yerden bakıyor olmamdı. Belki baktığım yer bir 90 cm kaysa, hayat bambaşka olacaktı. bambaşka gözükecekti gözüme. bizzat kendim mani oluyordum buna. istemsizce olsa da yine de ben. öyle bir öğrenmiştim ki yaşamayı: tam otomatize. o baktığım yeri bırakmak nefes almamak gibi bir şeydi. o yüzden eski bakışı, yaşayışı bırakmayı tercih edemedim uzunca bir süre. sudan çıkmak gibi bir balık için. tüm dünya aynı bakışla malül. her bir açı insanın kendinden menkul. her bir nefes kendisi. daralsa da iyiden iyiye, bir yerde açılıyor nefes (yollar). bir kez olsun denemek istedim, niyet ettim yeniye… kaçmak değildi bu. Hatta kaçamamak, kısılıp kalmaktandı, o karanlık tünelin son ucuydu. tüm kapıların açılması için kısılıp kalmam gerekiyormuş bir süreliğine. niyet ettim. cesaret ettim. bir an’lığına. benden geliyor dediğim şeyi tüm her şeyimle hissettim. tam o anda geliyordu zaten gelmekte olan.

KENDİ SESİMİN AYAK SESLERİ:

ben sandığın şeylerin ben olmadığını öğrendiğimde ve onlara dönüp “siz de kimsiniz?” dediğimde yaşadığım şaşkınlık bir müjde sanki. “hey, şşştt! bu sen değilsin!” diyen ses bir müjdeci içimde. “Müjdee müjdeee sen sandığın hiçbir şey sen değilsiiinn!” diye koşuyor coşkuyla içimde. o zaman “ben kimim?”in merakı, heyecanı doluveriyor içime. dönüşüm böyle bir şeymiş, iç-gözlerimle görüyorum. bedenim bile ayak uyduruyor bu değişime, yüzüm gözüm değişiyor, kullandığım kelimeler, olduğum hal, yaptığım hareketler, her şey ama her şeyyy…

KENDİ SESİMDEN BANA ŞİİR:

eğer hayatında olmak istediğin yerden çok uzakta hissediyorsan; olmak istediğin yerde değil de olmaktan korktuğun yerde olduğunu düşünüyorsan endişeyi (olduğu gibi ve yerde) bırakıp derin bir nefes al önce 😉

sonra hatırlat kendine: bu sıkışıklık geliyor ki, oradan çıkabil diye. neden olmak istediğim yerde değilim diye sormadan önce ‘bunu kim istiyor?’ diye sor kendine. buna cevabını almadan geçme sakın diğerine 😉

neden sürekli yetersiz hissediyorsun, diyenin git üstüne. kendini yetersiz görmeye iten baktığın yer, gerçekten içeriden mi geliyor yoksa dışarıdan mı? iyice bak içine… cevabı her neyse ve nereden geldiyse, olmuş olanları kabul et her haliyle 🕊

sen ne yeterli ne yetersizsin; “sadece sensin” de kendine, bir de taa içinden❣️

içindeki her şeye kendinden bak, “neler oluyor ve ne istiyorlar”diye bak her birine. içinden ve elinden gelenler nelerse, onları ısmarla kendine. yaşamanın püf noktası “an(da) olmak” kulağa küpe. hem hatırla: sen kimsen, neysen; neyi nereden yaşamayı seçiyorsan öyle.” 

merkezlenmeme köstek mi oluyorlar, destek mi?

merkezimde olmanın odak noktası: bana gelenin bende yarattığı etkiyi, benim herhangi bir şeyi nasıl karşıladığımı, bir kimseye nasıl muamele ettiğimi ve onun bana muamelelerinden nasıl etkilendiğimi duru bir gözle görebilmek ve özgürce seçebilmek.

kendi merkezimi önce bulabilmem, sonra da orada olabilmem ve bunu sürdürebilmem bir öğrenme ve gelişme süreci. bu süreçte içimde katışık olan her şeyin netleşip saflaşması için haller ve olaylar arasında bir seyirdeyim. o seyirde hayatın her yönüyle, muamelenin her türlüsüyle, olayların her türlü cilvesiyle bilhassa karşılaşıyorum ki “merkezimde mi yoksa dışarıda mı” olduğum iyice netleşsin, iyice saflaşsın; ben de iyice ben’leşeyim, iyice öz’leşeyim.

yani, karşılaştığım her şey ve herkes (beni yolumdan alıkoyuyormuş gibi görünse bile, bilakis ve belki de en çok o anlarda) bana ayna tutan, hizmet eden birer kolaylaştırıcı ve yoldaş, bu karşılaşmaların çeşitliliği de yine bana bir lütuf. 

merkezde değil, “kendi merkezinde”.

merkezinde olmaktan sık sık söz ediyoruz. sen merkezinde olunca sanki hayat hizalanıyor. yani, karmakarışık her şey bir düzene giriyor. gözün gönlün açılıyor kendine. içinde ve dışında olanlarla sulhe kavuşuyorsun. harika!

bu merkezde olma halinin bir de handikapı var, konuyu yanlış anlarsak:

<< “merkezdeyim” o zaman karşılaştığım her durumun, her insanın ne yaşadığı ve olayların nasıl cereyan ettiği benimle ilgili. >>

ya da şu: << “merkezdeyim”, o zaman her şey nasıl istiyorsam öyle olacak. / olmuyorsa “merkezde mi değilim acaba?!” >>

merkez efendi ❤ kainattaki her şeye bakmış, seyretmiş her bir şeyin ve kişinin kendi yerindeliğini, sonra demiş ki: “her şey merkezinde.

şurası önemli: biz kendi merkezimizde olunca bütün âlem bizi merkez almıyor tabii ki. her bir şeyin kendi merkezi var ve oradan yapıyor yayınını. 

merkezinde olmak, hayatı “nasılsa öyle/olduğu gibi” okumak, merkezini fark edip kendi hakikatine hizalanmak bir seçim, bir süreç ve her birimize her an açık bir kapı. bunu fark eden, kendindeki merkezi bulan ve hem kendini hem hayatı oradan okuyan kendiyle buluşuyor ve etrafıyla barışıyor.

bunu seçenin, buna gönül ve emek verenin etrafında olan biten her şey ve karşılaştığı herkes bu tercihi ve bu çalışmayı yapmayabilir. yapmak zorunda değil. başkalarının seçimleri ve tecrübeleri, merkezinde olmayı seçenin tecrübesiyle ilgili değil. herkes kendi sürecini yaşamakta hür.

hülasa: hayatta her şey olabilir, bakacağım yer: olanlar olurken benim içimde ne olduğu. birilerinin benimle sürecinde ne yaptığı benim işim, yüküm, sorumluluğum değil, 

“her şey ve herkes kendi merkezinde.”

27 mayıs

işler her zaman yolunda.

işlerin yolunda görünmemesi bakanla ilgili. aynı işe ben baktığımda bir durum görebilirim, biri baktığında problem görebilir. ben “olan oldu” diyebilirim, biri “olaylar olaylar” diyebilir. ya da tersi.

bakışım netse başım rahat. bakışım netse yolum açık.

olaylar bakışımızı netlemeye geliyor ayrıca.

yolumuz hep açık da, içimiz yola açık olsun vesselam.

gecenin güzelliği. gecem. kalbim.

bu gece dolunay bütün güzelliğiyle gökte. gecenin zifiri koynuna güneşin ışığını lamba eyleyip ferahfeza süzülen ay’ın seyri şahane.

bir de ay tutulması vardı yine bu gece. yani; dünya, güneşle ayın arasına girdi bir süreliğine. dünya, aydan ışık alacağı bir vakitte ay’ın ışığına gölge düşürdü.

vaki. mukadder. geçici.

dolunay da benim. gece de. dünya da. gölge de. göz de. gönül de.

tam da böyle bir gecede kalbimin sesini sükunetle dinleyip kendime güzellikler, berrak görüşler, hafif içler, kolay akışlar diledim. ❤

bu gece kalbimin dileği ve kalbime dileğim:

kalbimin kadrini bileyim. kadrini: gücünü. kadrini: kıymetini. gücümü, kıymetimi kendi içimde bulayım. kalbimin sesini her an her hücremle duyayım, ona sahip çıkayım, varlığına ve biricikliğine şükredeyim, ışığını sunmasını, o ışığın gönlünce ve kendiliğinden yayılmasını seyredeyim. kalbimin ışığının etrafında içimdeki bütün sesler buluşsun & barışsın & kah şarkılar söyleyip dans etsinler kah sükunetle huzur bulsunlar…

kalbim nasıl isterse… öyle olayım. öyle seveyim. öyle seyredeyim âlemde ve âlemi.

kalbimin ne istediğini duyamıyorsam bazen -tutuluyorsa ay o anda- kalbimin bana fısıldadıklarını duyamıyorsam; onu duymama engel olan nem varsa bırakıp hafifleyeyim. bırakayım; o her neyse yoluna gitsin, ben kalbimle hasbıhale devam edeyim.

yorup yorulduğum, tutup bırakmadığım, keşke dediğim, reddettiğim, yargıladığım, öte ittiğim, bir vakitler yaşa(n)sa da şimdi ölü olan ve hala koynumda uyuttuğum, bir yerlerde unuttuğum ve hala varlığıyla/yokluğuyla kendimi avuttuğum ne’m varsa hepsini salıvereyim.

tamamlansın tüm o kancaların ömürleri, rehberlikleri, aynalıkları ve ben başımı alıp gittiğim yerlerde ağırl(ad)ıklarımı izlemeyi bırakayım. kalbimi alıp kendime geleyim bu sefer. yakına. eve. içeri.

kalbim. gecem. kimselerin göremediği, “yarıp da içine bakamadığı”, sade bana has olan ve bana bahşedilen. kalbim. karanlıkta. kıymetli şeyleri gözlerden gizleyen bir karanlıkta. en içerinin kuytu, emin karanlığında. karanlıkta, ama karanlık değil. güneşten ne kadar ışık alırsa o kadar parlak. o kadar ayna. o kadar lamba. seyri o kadar şahane.

kalbimin hafifliği olsun bu gecenin armağanı bana. ❤

bu gecenin, her dileyene sunduğu güzellik kalbinin hafifliği olsun. “herkesin bir kalbi var. durur içerisinde.” biricik. yegane. dileyen herkes kendi kalbini hatırlasın ve onun hatırını öyle bir saysın ki, bu gecenin hatırı ömürlük olsun. bu niyetlerle yola çıkanın kalbine verdiği söz daima hatırlanan olsun.

yaşayan ve yaşanan, ışıyan ve ışıtan bir yer olsun kalbim. “kalbimiz. hızla…”

peki ya ben?

istediklerinin senin isteklerin, yargılarının senin yargıların, korkularının dahi senin korkuların olmadığını -hepsinin bir süreliğine kullanmayı seçip alıntıladıkların, ödünç aldıkların olduğunu- fark ettiğinde… koccaaa bir boşluk açılıyor içinde. bir balon söndüğünde oluşan boşalmışlık gibi…

nasıl hissettin o son cümleyi okuyunca? boşluk, boşalmışlık, havası sönmüş balon?.. 

boşluk yerine “sürekli doluluk” yeğlemek de evreni kaplayacak kadar yaygın ve elden ele ödünç bir bakış açısı. kimse kimseye “tok musun?” diye sormuyor bu sebepten, “aç mısın?” diye soruyoruz, açsa doyuracağız hemen. mutluysa bir şey demiyoruz kimseye; mutsuzsa “nen var?!” diyoruz, hemen dikkatimizi çekiyor eksiklik, boşluk; “hemen doldurmak elzem”… -kendi içimize de böyle bakıyoruz keza. boşluk: “nayır nasla!”, doluluk: “oh, tamam.” 

neyse işte. içindeki boşluktan ürkmeyi (de görüp) geçebildiğinde, o ürküntünün de içine hep beraber üflediğimiz bir balon olduğuna ve sönüşüne çıplak gözle baktığında yani…  “benim” dediklerinin ve öyle zannettiklerinin “memnuniyetle ve özgürce benim” olmadıklarını anladığında… o zaman hayretle ve merakla, içindeki bomboş ve alabildiğine açık ufka bakıp şunu soruyorsun, gayriihtiyari -ve aynı zamanda ilk kez bu kadar ihtiyari:

peki ya ben?

ben ne istiyorum? tam şimdi, şu anda ve tam olduğum yerde…

**

bundan böyle, “boşluk”: içine nefes aldığın genişlik. 

18.05.2021

bir uzvum olan zihnimin, tıpkı diğer uzuvlarım gibi doğal bir misyonu var. “hayatta kalmak isteyen ben”in en büyük yardımcısı hatta görünen sağlayıcı unsuru o. zihin bu “beni hayatta tutma” işini şöyle yapıyor: hayatımda ne varsa hepsini “benim için yararlı” ve “benim için zararlı” diye etiketleyerek. bir noktaya kadar her şey normal. sıkıntı, hayatı 2 kolon halinde gösteren zihin gözlüğünün gözüme yapıştığı; (“öyle veya böyle”) görünen her şey “bana göre ve bana dair” değilmiş gibi, kişisel gerçekliği nesnel gerçeklikmiş gibi önüme sürdüğü ve hayatımı ortadan ikiye bölen bir yargılama makinesine dönüştüğü yerde başlıyor. hal böyleyken, bitmek bilmez bir iyi-kötü tartışması dönüyor içimde. hem salt iyiyi arıyor gözüm hem de sanki her şeyin bir iyi hali varken bir de kötü hali varmış gibi -görünüyor-. bunun da belirleyicisi aslında benim kişisel algımdaki “olmasını istediğim” ve “olmasını istemediğim” ayrımı. davranışsal olarak öğrendiğim her şey, zihnimde iyi ya da kötü diye kodlanmış ya zamanında; şimdi’yi yaşarken dün’ün “iyi-kötü”leri şimşek hızında ortaya çıkıp otomatik kararlara dönüşmüş; her fırsatta kendi kısayollarını teklif ediyorlar. demek ki, “iste(me)k” kavramım da “öğrenilmiş bir dürtü”.

taktığım zihin gözlüğünün ayrımları: iyi-kötü. peki ya daha başka bir şeyler istediğinde gönlüm, yapabilir miyim bunu? zihnin beni korumak için her şeye yapıştırdığı iyi-kötü etiketlerinin ötesinde, “ne iyi ne kötü” bile demeyen, hayata bu ayrımla bakmayan görüyle bakmaya ihtiyacım var, gönlümün tatmini için. zihnimin böyle çalışmasını bile yadırgamadan “öylece (olduğu gibi) OLAN”ı gören bir bakışa… zihnimin yaptığı gibi, sadece bakmak ile (ve gördüğüm her şeyi kendimce yargılayıp yorumlamakla) mutlu mesut olmayı beklemem beyhude, iyiyi kötüden siyahla beyaz kadar ayırsam bile bununla tatmin olmayacağımı zihnimsiz bir yeriyle biliyorum içimin, -gönlüm belki orası, belki onun da içi. hal böyleyken, bakmakla yetinemem sadece; baktığımın içimde uyandırdıklarıyla, içime içimden açtığı kapılarla ilgilenmeyi seçiyor, OL’an’la olduğu gibi temasa geçmekten memnun olacağıma inanıyor o içimdeki yer.

zihnim hayatımda yerli yerine oturduğunda, hayatın akışına katılıp yaşamamın, yaşama katılmamın artacağını anlıyorum. o zaman, bana iyi gelen-gelmeyen ayrımını doğallıkla ve çabasızca kendiliğinden yapmam mümkün hale gelecek ve bu, beni yaşamdan alıkoymadan gerçekleşecek. hani kıyıdan bakarak değil de, bizzat içinde yüzerek yaşayacağım hayatın… 

yaşamımı sürdürmek için zihnimin bana hizmetinden istifade ediyorum. teşekkürler zihin! ama seni hayatımın her alanında tahta oturttuğum vakit, hayatın doğal akışından kopabiliyorum. seninle olan ilişkimi düzenleyecek olan benim, ve ben diyorum ki: doğal işleyişini doğal sınırlarında sürdürdüğün sürece hayatımda sana yer var. bunun ötesi: senin öten, benim aslım. ben aslında insan olarak sahip olduğum esas kaynaklara yer açmış oluyorum sana sınırını bildirerek. 

bakışım böylesine berraklaştığında (gözlüksüz gözümle, özümle) “görüyorum! görüyorum!”: içimde ya da dışımda olan ne eksik ne fazla. giren ya da çıkan bir şey yok aslında; bir adımım, diğerinin olmazsa olmazı ya da bir yaşadığım diğerinin devamı değil o zaman. gördüğüm görüntüler, yaşadığım olaylar birbirini tamamlamak zorunda değil. öyleymiş gibi gösteren de zihnimin bir başka kurgusu: süregelen zamanda birbirine ekli vagonlar gibi bir harekât hali. ilahi zihnim! zaman algısından ve “tamam ya da eksik”lerden beslenen sensin, ben değilim. bütün o şeylerden bağımsız bir düzlemde: her şey bende ve her şey anda. senin dediğin gibi olsaydı, içimden bir şey çıksa içerimde boşluk, içime bir şey girse içimde fazlalık olurdu. zaman zaman buna inandırıyorsun beni, kabul. o anlarda çok bocalıyorum. oysa içerimin tamlığını hissettiğimde,, dışarımda olan bitenler harikulade bir matematikle birbirini tamamlıyor. yaşadıklarım diğer yaşadıklarımın yapboz parçalarının tamamlayıcısı olmaya devam ediyor. ve mühim olan şu ki: hiçbiri diğerinden yukarıda ya da aşağıda değil; biri diğerinden daha önemli ya da daha önemsiz değil. her şey yerli yerinde, kendi parçasını oynuyor. 

zihnimden kendime döneceğim şimdi. madem bütün bunları kendimi hatırlamak, bilmek, keşfetmek için fark ettim ve bahsettim her birinden. şimdi sıra kıssadan hissede, yani aslolanda:

zihnimin beni güvenli sınırlarda tutmak adına çepeçevre sınırlamaya, dar perspektiften bakıp yaptığı sınırlı yorumlamalarla beni yönetmesine ve sürekli ayrıştırıcı düşünceler üretmekten hayatı olduğu gibi ve tam yaşamamaya çıkardığı davetiyeyi reddediyorum. yerine??? OL’anla olduğu haliyle buluşmayı ve bütün uzuvlarımla nitelikli bir ilişki geliştirmeyi koyuyorum, bunu seçiyorum. canım kendim… ❤ peki, her şeyimle ve her şeyle nitelikli ilişkiyi nasıl geliştirebilirim? bunun ilk adımları olarak: içimden yükselen sesleri ve bedenimi özenle dinliyorum. dinlerken kendimdeyim ve dinledikten sonra tüm seçimlerim özgür. yaşamsal ihtiyaçlarıma sağlıklı bulduğum ölçüde dilediğim kadar zaman ayırıyorum. eski hesapların etkisiyle üzerime almış bulunduğum bedensel, zihinsel, duygusal, enerjetik fazlalıkları; yükleri bırakıyorum. ve, daima hayatın şefkatli kucağında yaşadığımı hatırlıyorum.

kendime bir dönüşlü fiil ısmarlarım her duyuşumda.

dinlemekle dinlenmek aynı başlayan, adeta tek yumurta ikizi gibi iki kelime. hmm.. bir ilgileri, yakından bağları, enerjetik akrabalıkları var belli ki.

kendini dinlemeye “dinlenmek” diyebilirim bana sorsan. dönüşlü fiil bak. dinlenirken fail de fiilden etkilenen de aynı sen, aynı ben. kimse beni dinlendiremez yani gelip dışarıdan, bir tek ben yapabilirim bunu. hatta kimse beni benim gibi dinleyemez de. ne anlattığımı, neye sevinip üzüldüğümü, şu hayatı niye yaşadığımı; başından bugüne nerelerden gelip geçtiğimi en yakından bilen benim sonuçta. bilmek: yaşamak. dinlemek: ihtiyacını anlamak. neye ihtiyacım var? bunun cevabı ta(m) içeride.

yoruldun mu? bir günün sonunda, bir ilişkide, bir işin bir yerinde, bir halin içinden geçerken… yoruldun mu?

‘yoruldum’ diyorsa içimdeki ses: dinlenme zamanı. ne zaman ve nasıl dinleneceğimi, yorulunca bana neyin iyi geleceğini; kendimle nasıl ilgileneceğimi en iyi kendim bilebilirim: içimden bilebilirim.

kendimi dinlersem kendime yakın olabilirim. dinlemediğim, yani ne dediğini umursamadığım biriyle gerçek bir ilişki, derin bir yakınlık kuramam ya; bu en çok kendimle ilişkimde geçerli. kulaklarım genel olarak dışarı açık, demek ki kendimi iç kulakla dinleyeceğim 🙂 içime açık kulağım, gönül gözüm, kalbim daima benimle olacak nereye gitsem, ne yaşasam, nasıl hissetsem… her an, her yerde.

dinlenmek: bütün eforları & hedefleri & dış sesleri olduğu gibi bırakıp kendime sarılmak. tanıdığıma, sevdiğime, beni dinleyene sarılırım ya en ihtiyacım olduğunda; kelimenin beni döndürdüğü içim de tam öyle. “döner döner” sarılırım kendime.

kendi sesime aşina ise iç kulağım, dinliyorsam kendimi; ne zaman istersem, ne zaman ihtiyaç duyarsam (ve zaman zaman yorulduğumu hissettiğimde de) kendim hemen anlar bunu, sonra gönlümüzce dinleniriz baş başa. oh mis. *-*

ezcümle

bazen bütün bir kitabı tek bir cümle için okuyoruz. bütün bir deneyimi tek bir cümle için yaşıyoruz bazen. bütün seansı sonundaki tek cümle için yapıyoruz.. biriyle bize söyleyeceği ya da bizim ona söyleyeceğimiz tek bir cümle için tanıştığımız oluyor. bütün yolu bir cümleye varmak için yürüyebiliyoruz, yola çıkarken bilmesek de bunu.

diyebiliriz ki hatta: bütün ömrü tek bir cümle için yaşadığımız vaki. 🍃